Bordeaux Gezisi – Gün 1 ve 2

Bordo‘ya iner inmez, bavullarımızı aldık ve 1 hat numaralı otobüse binerek şehir merkezine indik. Bu süreç gayet kolaydı ancak otobüs kalabalıktı. Bilet, şoförden ya da durakta bulunan biletmatiklerden alınabiliyor. Bilet fiyatı 1,70 EUR. Sonrasında Airbnb’den tuttuğumuz eve yerleştik. Bir Avrupa seyahati için olabilecek en yanlış günde Bordo’ya inmiştik, pazar günüydü ve her yer kapalıydı.

Merhaba Bordo!

O nedenle bol bol sokaklarda sürttük, sağa sola baktık. Belki bu aşamada Bordo hakkında biraz bilgi verebiliriz. 2007 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi‘ne alınan Bordo, nehirlerle okyanusa açılan önemli bir liman şehri olmuştur. Amerika’nın kahvesinin, Afrika’nın “insan”ının iyi para ettiği 18. yüzyılda Bordo altın çağını yaşamaktaydı. O dönemde surlarla çevrili ve tüm binaları ahşap olan kentin zenginleri, birçok şehirde yaşanmış olan yangın felaketinden çekiniyorlardı. Şehrin önde gelenleri radikal bir kararla tüm şehri yıkıp taştan yapılarla inşa etmeye karar verdiler. Günümüzde şehrin merkezi büyük ölçüde bu dönemde yapılan taş yapılardan oluşmaktadır. Zengin tüccarlar, kendilerine güzel avlulu evler yaptıktan sonra, krala şükranlarını sunmak için büyük bir saray, Tanrı’ya şükranlarını sunmak için de kiliseler yaptırdılar. Bu dönemde yerleşen Bordo’nun mimari dokusu değişmeden bugüne kadar gelmiştir. Bu tip yerler bazen insanda “her yer birbirine benziyor” hissi yaratsa da Bordo’nun her bölgesinde farklı bir ruh, farklı bir yaşam var.

Bu kadar anlatım yeter, günümüze devam edelim. Saat 19’u vurunca birkaç yer açılmaya başladı ve Le Wine Bar‘a oturduk. İlkin kadehte şarap söyledik ama fark ettik ki önceden açılmış ve uzun süre beklemiş bir şişeden kadeh şarabı vermişlerdi. Bu nedenle kadeh şaraplar pek keyifli gelmedi.

Biz de zaten uzun saatler burada oturacağız, şişe açtıralım dedik. Yanına şarküteri tabağı söyledik. Bunlarla keyfimize bakarak birkaç saat geçirdik. Ardından etrafı geze geze eve gittik.

Gizemli kruvasan

İkinci gün evden çıktık, gözümüze kestirdiğimiz bir mekandan Kruvasan aldık ve otobüs durağına doğru devam ettik. Bu arada, kruvasan öyle lezzetliydi ki mest olduk! Ancak şansa bakın, bir daha kruvasan aldığımız o pastaneyi bulamadık. (Buradan gizemli bir gastronomi filmi çekmek isteyenlere sesleniyorum; lezzetli yiyecekler yediği lokantaları tekrar bulamayan birinin dramını beyazperdeye taşıyabilirler.)

Nereye geldiğimiz belli olsun

Otobüsün bizi tam önünde indirdiği şaraphane, Bordo’nun ve böylelikle dünyanın en ünlülerinden biri, Chateau Haut-Brion. Pessac Leognan’da bulunan Haut-Brion, geçen yazıda bahsettiğimiz 1855 sınıflandırmasına göre Medoc dışından seçilen tek Premier Grand Cru Classé üretici. (Diğerleri, Lafite Rothschild, Latour, Margaux ve 1973’te bu sınıfa eklenen Mouton Rothschild) 1525 yılında ilk şarabını üreten Haut-Brion müthiş bir tarihsel geçmişe sahip. Bugüne kadar çeşitli sebeplerle el değiştiren Haut-Brion’un son sahipleri, burayı 1935 yılında satın alan Dillon Ailesi. Bugün, güncel rekolteli bir Haut-Brion almak istersen 450-500 EUR’u gözden çıkarmalısın; hele yıllanmış bir şarabına göz diktiysen fiyatların roket hızıyla yükseldiğini görebilirsin.

Bizim Haut-Brion ziyaretimizin 2019 yılının Nisan ayında gerçekleştiğini unutma, bu nedenle bağlar yukarıdaki fotoğrafta göründüğü gibi çıplaklar. Yeni yeni filizleniyorlar. Ancak asmaların kalınlığına bakınca gayet yaşlı olduklarını anlayabilirsin ve iyi şarap yapmanın en iyi formülü de yaşlı bağlara sahip olmaktan geçiyor. Bu şaraphanede “Chateau Haut-Brion” etiketiyle bir kırmızı bir de beyaz şarap üretiliyor. Bu arada, Bordo’da kırmızı kadar beyazıyla da ünlü olan pek az üretici var. Haut-Brion bu nedenle dikkat çekici. Ek olarak, burada “Le Clarence” ve “La Clarte” etiketleriyle üreticinin ikincil şarapları diyebileceğimiz bir beyaz ile bir kırmızı daha üretiliyor. Burada yapılan şaraplar ki özellikle ana etikete sahip olanlar, rekolteye bağlı olarak 15-50 yıl arasında şişede olgunlaştırma potansiyeline sahipler. Muazzam bir güç!

Haut-Brion’da En Primeur tadımı için bulunuyoruz. Aslında Nisan ayının başı, Bordo’daki çoğu şaraphane için “En Primeur” zamanı.

En Primeur, Bordo ile özdeşleşmiş bir kavram. Kısaca, geleceğin şaraplarını bugünden satmak manasına geliyor. Henüz yapılmış ve fıçıda dinlenen şaraplardan örnekler alınarak şişeleniyor ve En Primeur tadımı için şarap tüccarları ile uzmanların önüne çıkartılıyor. Bu sayede şarapları tadanlar, o yılı eski rekolteler ile kıyaslama şansı yakalıyor. Bordo’da “rekolte” kavramı çok önemli, şarapların lezzeti arasında yıldan yıla büyük oynamalar olabiliyor. Eğer tadıma katılanlar o yılı beğenirse, şatolar şaraplarının çoğunu daha şişelenmeden rahatça satıp, parayı kasalarına koyabiliyorlar.

Tadım muazzam şıklıktaki odada, pek çok kişinin bir arada olduğu ortamda yapılıyor. Herkes şarapları kokluyor, kadehinde çeviriyor, yudumluyor; yeri geliyor yanındakiyle konuşuyor, bazen defterine not alıyor. Kısacası, şaraba pür dikkat kesiliyor. Adeta bir ayinin içerisindeyiz. Hep beraber, piyasaya çıkmasına daha yıllar olan 2018 rekoltelerini tadıyoruz. Unutmamak gerek ki bu şaraplar “nihai ürün” değil ancak yine de fikir vermeleri açısından yeterliler. İkimizin de ortak düşüncesi kırmızıdaki zerafet kavramını Haut-Brion’un şarapları sayesinde anladığımız oluyor. Cidden bu şaraplarda en ufak bir pürüz, rahatsız edicilik yok. O kadar zarifler ki… Beyaz ise ayrı bir alem, harika.

Bordo’dan şarap almak için tüyo vermek gerekirse son dönemlerdeki en iyi yıllar 2015 ve 2016. 2017 beğenilmeyen bir yıl. Ayrıca takip ettiğimiz uzmanlar, 2018’in gayet iyi bir yıl olacağı konusunda hem fikir.

Haut-Brion’dan gözlerimizden kalpler fışkıra fışkıra, mutlulukla ayrılıyoruz. Böylesine paha biçilemez bir deneyim yaşamamızı sağladıkları için onlara ne kadar teşekkür etsek az. Şimdi yemek vakti, civarda bulunan ve önceden belirlediğimiz lokantaya giriyor, günün menüsünden seçimimizi yapıyoruz.

Birimiz tavuk, diğerimiz ördek yiyor. Her şey leziz. Ancak fazla oyalanamayacağız çünkü bir tane daha şaraphane randevumuz var.

Pozlara devam

20 dakikalık yürüyüş sonrasında hedefimize varıyoruz. Bu seferki durağımız Chateau Pape Clement. Pessac Leognan apelasyonunda yer alan Pape Clement, Crus Classés sınıfında. Geçmişi 13. yüzyıla dayanan Pape Clement, buranın ilk sahiplerinden Bertrand De Goth’un 1305 yılında 5. Papa Clement olmasıyla ismini almış. Şu anki sahibi bir şarap girişimcisi olan Bernard Magrez, danışmanları ise dünyaca ünlü Michel Rolland.

Pape Clement’e giderken Google Maps’in azizliğine uğruyoruz ve gösterdiği kısayol nedeniyle arka kapıdan ortama dalıyoruz. Ancak bu durum bizler için müthiş bir şans oluyor. Ana binaya doğru ilerlerken, bağları süren ve yukarıdaki fotoğrafta yer alan müthiş hayvanları görüyoruz. Hayatımızda böylesine güzel atlar görmemiştik.

Özgürlük Ağacı

Pape Clement’te, bir tura dahiliz. Pek çok turist ile beraber bahçede toplanıyoruz. Rehberimiz ilkin yukarıdaki fotoğrafta bulunan ağacı gösteriyor ve bunun Özgürlük Ağacı olduğunu söylüyor. Fransız Devrimi sırasında burjuva mülklerini işgal eden devrimciler, sonrasında bu mülklere bir ağaç dikerlermiş. Bu ağacın büyüyüp, yeşillenmesinin yeni bir dönemi simgelediğini düşünüyolarmış. Fransız Devrimi hakkındaki kaynaklara bakarsan “Liberty Tree” ifadesinde bu durumun tarihsel yansıması hakkında daha çok fikir edinebilirsin.

Buradaki bağları gezerken, her bir bağ sırasının önündeki güller dikkatimizi çekiyor. Önceki yazılarımızda ve çeşitli Instagram gönderilerimizde bu güllerin kullanım nedenlerinin, erken uyarı sistemi olarak işlev görmeleri olduğundan bahsetmiştik. Rehberimiz ise güllerin bir diğer işlevinden bahsediyor: Eski dönemlerde bağlar devasa atlarla veya öküzlerle sürülürken, bir bağ sırasını sürmeyi bitiren hayvan hemen dönüp diğer sırayı sürmek istediği için üzüm kütüklerini kırıyormuş. Dikenleri batsın da hayvanlar uzaktan dönsün diye bağların başına ve sonuna gül dikmek adet olmuş.

Hemen piyango çekmeliyim

Bağ ziyaretimiz sırasında uğur böceği görüp, şanslı günümüzde olduğumuzu hissediyoruz. Bizim böceği incelediğimizi gören rehberimiz, “Uğur böcekleri hem bağdaki çeşitliliği temsil ediyor hem de bağdaki zararlılarla beslenerek asmaların sağlıklı kalmasına yardımcı oluyor.” diyerek gruba anlatım yapmaya başlamıştı bile. Bağlardaki işimiz bittikten sonra üretim alanına doğru yollandık.

Burada yumurta şeklinde ve betondan tanklarla karşılaşıyoruz. Son zamanlarda pek çok şaraphanenin kullanmaya başladığı bu tankların, çelik tanklara kıyasla daha yavaş ısı kaybedip, kazanmasıyla ısı kontolü konusunda şarap yapımcılarına yardımcı olduğu, ayrıca köşeli olmayan yapısı nedeniyle şarabın içeride daha rahat “dolaştığı” ve bunun şaraba lezzet kattığını söylüyorlar. Eskiden şarap dünyasında sıklıkla benzer şekle sahip amforaların kullanıldığını göz önüne alırsak, aslında şarap dünyasının bu şekillere aşina olduğunu söyleyebiliriz.

Şarapların fıçılarda dinlendirildiği kısma gelince rehberimiz, fıçıların orta bölümünün neden kırmızıya boyandığını anlattı. İlginç bir hikayesi yok. Arada fıçıların üzerindeki tıpayı çıkarıp, fıçıdan şarap çekmek gerekir; bu anlarda ise fıçının orta bölümüne mutlaka şarap dökülür ve çeşitli kızıllıklar/kırmızılıklar oluşur. Burada ise kötü denebilecek bu görüntüyü engellemek için fıçıların orta kısmını boyamayı seçmişler.

Bir fıçı ne kadar yahu?! Çocuğuma fıçı alamayacak mıyım?

Mahzende bolca zaman geçirip, orada yer alan şapele göz atıyor. Sonrasında boy boy şişeleri görüyoruz. Bu şişelerden alırsanız, hemen oracıkta etiket yapıştırıyorlarmış.

Ringo ringo şişeler

Son olarak tadıma geçiyoruz, aşağıdaki fotoğrafta sevgili rehberimizi servis yaparken görebilirsin. Bu arada belirtmeden geçmeyelim, Pape Clement’teki tur gayet güzel bir şekilde tasarlanmış ve bilgilendiriciydi. Bordo’ya gitmeyi düşünüyorsan, tavsiye ederiz.

Burada 2013 rekolte bir Pape Clement tattık. Ancak tatmadan önce rehberimiz 2013’ün Bordo için kötü bir yıl olduğunu söyledi. Doğruyu söylemek gerekirse bu denli kötü bir şarap beklemiyorduk. Üzümlerin olgunlaşmadığı, şaraptaki ham meyve tadından fazlasıyla belliydi. Net olarak söyleyebiliriz ki para verip de alacağımız bir şarap değildi. Gerçekten zayıftı. Bordo’da rekoltenin fazlasıyla önemli olduğundan bahsetmiştik; böylesine zayıf bir şarap tatmamız denilenleri damağımızda tecrübe etmemize vesile oldu. Kötü şarap içmenin, güzel bir deneyime dönüştüğü nadir anlardandı.

Türk şarabı içiniz!

Artık gelenekselleşen şarap elçiliğimiz gereği yanımızda çeşitli Türk şarapları getirmiştik. Chateau Pape Clement’teki rehberimizi sevmemiz nedeniyle bunlardan birini ona hediye etme kararı verdik. Rehberimiz, Kapadokya’nın volkanik topraklarından gelen Kocabağ’ın Emir‘ini görünce çok heyecanlandı; ilk kez Türkiye’den gelmiş bir şarap içeceğim dedi. Sonrasında bu anı ölümsüzleştirmek için fotoğraf çektirdik. Hemen elime Chateau Pape Clement’i aldım, o da Emir’i kaptı. Sonuç budur. (Ben şarabı iyi tutamamışım ama rehberimize helal olsun, şahane poz vermiş.)

Bu kısımdan sonra anlatacak çok bir şey yok. Otobüse binerek merkeze geri döndük, bir şeyler atıştırdık ve büyük bir çizgi roman dükkanına denk gelip, orayı gezdik. İçeride şarabı ana eksene alan bayağı bir çizgi roman vardı. Şaşırdık ve hoşumuza gitti.

Akşam ise Bordo’daki favori mekanımız olacak Bar a Vin‘e oturduk.

Ortamın şıklığıyla dikkat çeken Bar a Vin, Bordo Şarap Konsülü’nün şarap barı. Burada kadeh olarak Bordo’daki farklı apelasyonlardan gelen şarapları deneyebiliyor ve leziz peynir ile etlerle bezeli şarküteri tabaklarıyla keyfinize bakabiliyorsunuz. Mutlaka uğranmalı.

Hayat bundan ibaret. Köpüklü, güzel bir peynir, et ve ekmek.

Biz çok sevdiğimiz için, Bordo’da kaldığımız süre boyunca iki akşam buraya uğradık. Bir sonraki yazıda Bordo’daki son iki günümüzden bahsedeceğiz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir