Gökhan Atılgan x Vedat Milor İkilisinin Şahsiyetli Şarap Sohbeti Üzerine
“Şahsiyetli şarap” ifadesi üzerine düşündüğümüz ve kullanmayı sevdiğimiz bir terim. Ancak şöyle bir durum var, bu terimi-açıklamada bulunmaksızın-yazı içeriğinde veya sözel olarak kullandığımızda karşı tarafta istenen mana canlanmayabiliyor. Eminiz ki pek çok kişi “Yahu ne demek istiyorlar acaba?” diye içinden geçirmiştir. Hal böyle olunca bu terimin altını doldurmak gerekiyor ki karşılıklı etkileşim ve iletişim daha rahat sağlanabilsin. Biz aklımızdan bunları geçirirken Vedat Milor ve Gökhan’ın bu konuda bir programı olduğunu hatırladık, izleyeli üzerinden bayağı zaman geçmişti. Tekrar izledik ve onların yorumlarına kendi düşüncelerimizi katarak şahsiyetli şarap üzerine konuşalım, şaraba nasıl yaklaşmak gerektiği üzerinde duralım istedik.
Programın girişinde Vedat Milor, Eric Asimov ile damak zevkinin uyum gösterdiğinden bahsediyor. Eric Asimov bizim de pek sevdiğimiz bir şarap yazarı olduğu için bunun notunu düşmek istedik. Ardından Gökhan ve Vedat Milor, şarapta en iyi diye bir şeyin olmadığını, ancak ve ancak herkesin kendi damağının iyi ve en iyilerini seçebileceğinden dem vuruyorlar.
Gerçekten de bu husus üzerinde durulmayı hak ediyor. İnsanlar, yeterli bilgi sahibi olmadığı ve belki de edinmek istemediği konularda onları “en iyi”ye ulaştıracak kısayollar peşindeler. Aslında bu gayet anlaşılır bir durum. Ancak şunu da unutmamak lazım ki işin içerisine kişisel tercihlerin fazlasıyla girdiği alanlarda herkese uyacak çözümler yok. Bir terzi edasıyla ölçüp biçmek, kişiye özel bir tasarım yapmak gerekiyor. Bunun için de kişi, biraz da olsa o alanı anlamaya gayret göstermeli, işin felsefi boyutunu özümsemeli ki kendi doğrularını bulmayı öğrenebilsin. “Şarabı Anlamak” adıyla program yapan ikili de işte bunu yapmaya çalışıyor ve iki ana başlık üzerinde duruyorlar.
1) Şaraba nasıl yaklaşmalı? Şarap nedir, ne değildir?
2) Şarap nasıl öğrenilir?
İlk soruya Gökhan’ın verdiği cevapta, şaraba meta gibi yaklaşılmaması gerektiği hususu üzerinde durulurken, şarabı anlamak ve içmek olarak özetleyebileceğimiz süreçten zevk alınmasının önemi vurgulanıyor. İşin özü gerçekten de bu. Ardından söze giren Vedat Milor, başta bahsettiğimiz işin felsefi boyutuna vurgu yapıp, şarabın popülerleşmesinin yarattığı sorunlardan bahsediyor. Uygun olmayan alanlara kurulan bağlar nedeniyle “başarısız” olarak etiketlenebilecek pek çok şarabın artık piyasada olduğundan dem vuruyor. İyi bölgelerde ise yine de kötü şarap yapılabildiğini söylüyor. Daha doğrusu kötü değil de “sıradan” ve belki de şahsiyetsiz şarap yapılabildiğinden bahsediyor demek lazım. Ki bize göre sorun bu sıradan şarapların fazlalaşması ve piyasayı ele geçirmesi. Keza şarap içmeye yeni başlayanlar bu harcıâlem şaraplar nedeniyle “şahsiyetli”, insanı heyecanlandıran, onu özel hissettiren şaraplarla kolay kolay tanışamıyorlar. Bu tür şaraplara ulaşabilmek için emek vermek gerekiyor. Yine de şaraba yeni başlayan birinin “şahsiyetli” bir şarabı hemencecik takdir etmesi, yorumlaması ve kafasında bir yere oturtması kolay değil. Bunun için damağın kilometre yapması gerek.
Bir de sorun yalnızca yeni başlayanların bu şaraplara ulaşamaması değil, bizim gibi iç pazardaki şarap üretimi çeşit ve üretici olarak kısıtlı, dışarıdan da pek fazla şarap gelmeyen bir ülkede yaşayan şarapseverlerin de tatmin edici sayıda şahsiyetli şaraba ulaşabilmeleri hayli zor. En azından bu bizlerin muzdarip olduğu bir sorun.
Programa dönersek, Vedat Milor, şaraba bir tarım ürünü olarak yaklaşmak gerek derken üzümün yetiştiği bölgeyi, hangi şartlarda yetiştirildiğini, hangi durumda hasat edildiğini, şaraba dönüşürken ne gibi süreçlerden geçtiğini ve bunu yapan insanların nasıl kişiler olduğunu, ne amaçladığını unutmamak gerektiğini kast ediyor bize göre. Zaten şaraba bu gözle bakınca, onu hikayesi ile içince “şahsiyet” meselesi yerli yerine oturuyor. Kısaca Gökhan Atılgan’ın dediği gibi şarap geldiği toprakların hikayesini anlatmalı. Burada yine Gökhan’ın vurguladığı önemli bir husus var, üreten ürettiği şarapla bütünleşmeli, onu başkasının ellerine bırakmamalı diyor. Aslında bizim gördüğümüz her bir şahsiyetli şarap, hatta onu bırakın, her bir şahsiyetli işin arkasında bu mantık yatıyor. Kafasına bir şeyi takmış, derdi olan, amacı olan insanların yaptığı işler sıradanlıktan sıyrılabiliyor.
Keza şarap ile sinema arasında bu şahsiyet ve sıradanlık açısından önemli bir paralellik olduğunu düşünüyoruz. Hatırlarız, Zeki Demirkubuz, eski söyleşilerinin birinde bir derdi olan insan film çekmeli demişti. Gerçekten bugün hiçbir derdi olmayan, sıradan filmler çöplüğü içerisinde yaşıyoruz. Çok az film bunların arasından sıyrılıp özgün ve şahsiyetli olduğu için farklı bir yere konabiliyor.
Söyleşinin ortalarına doğru şaraba nasıl başlanır, bunun reçetesi nedir konusu açılıyor ve burada Gökhan’ın dedikleri aslında tam da bizim kafamızdakileri yansıtıyor. Gökhan, şaraptan zevk almak için onun hakkında her şeyin bilinmesi gerektiğinin bir sanrıdan ibaret olduğunu ve bunun şarabı anlama sürecine ket vurduğundan bahsettikten sonra kendi reçetesini veriyor: Şarabı anlamak için her şeyden önce bol bol şarap içmek lazım! Gerçekten de şarabı anlamanın önemli bir kısmı onu içmekten ileri geliyor, teorik altyapı bunun üzerine sonradan rahatlıkla inşa edilebilir. Gökhan’ın dediği bir diğer şey ise kendi damak zevkinize güvenmek ve içtiğiniz şarabın size hissettirdiklerinin farkına varabilmek, bunun ayırdında olmak. Bu arada şarabı bir arkadaş grubuyla tadarsanız hem teknik olarak hem de maddi yönden daha rahat edersiniz. Bu konu hakkında “Evde Şarap Toplanmaları” yazımızı okuyabilirsiniz.
Konuşmanın ilerleyen kısımlarda Vedat Milor yemek şarap uyumunu bahis konusu ederek, bu alana ilişkin olarak başlangıçta sorulabilecek en yanlış sorulardan birinin “Bu yemekle ne gider?” olduğundan dem vuruyor ve duygularımıza tercüman oluyor. Bu soru şarabı kısıtlayan, yalnızca bazı yemeklerle bazı şarapların beraber tüketilebileceği algısını yaratan bir kalıba dönüşmüş durumda. Vedat Milor doğru soru kalıbını da zikrediyor: “Bu yemekle ne gitmez?”… Kimi zaman bizim şarap butiğimiz Santé‘ye gelenler mesela basit bir et yemeği yiyeceğini söyleyip, onunla nokta atışı bir şarap önermemizi istiyorlar. Biz ise bütün kırmızı şarapların olduğu reyonu gösterip, bunlardan her biri yemeğinizle rahatlıkla uyum sağlar, skalamız geniş; siz şaraptan ne bekliyor, şarap ve yemek uyumuyla nereye varmak istiyorsunuz biraz onu konuşalım diyoruz. Kesinlikle yemek ve şarap uyumu meselesini biraz da olsa oyunlaştırmak gerekiyor.
Programın ikinci bölümünün açılışında şaraba yaklaşmak temasının derinine inilirken, Vedat Milor’un vurguladığı önemli bir husus var. Teknik bilgiden şundan bundan önce şarabı içerken haz almak gerekiyor, bir diğer husus ise şarabı anlama mevzusunu fazla sistematik bir hale getirince insanlar tedirgin oluyor ve keyfi kaçıyor. Keza biz de tadımlarımıza gelenlerde veya en ufak şarap sohbeti yapmaya çalıştığımızda karşı tarafta bu tedirginliğin yansımalarını görüyoruz. Daha hiçbir şey yokken karşı taraf “Ben şaraptan hiç anlamam.” diyor. Halbuki şarap konuşmak için illaki ondan anlaması gerekmez kişinin, mesela en basit haliyle şarabın hangi yönünden zevk aldığını, aromasını mı, ağzını sulandırmasını mı veya damağını burmasını mı sevdiğini söyleyebilir kişi. Gerçekten de şaraba yaklaşırken en önemli hususlardan biri rahat hissetmek, kendini kasmamak.
Hayatta zevk vermesi gereken, içgüdüsel olarak yapılması gereken bir eylem, bir aktivite birden bire yarışma, yük haline gelebiliyor diyor Vedat Milor. Aslında şaraba ilgi duymaya başlayan insanların önündeki en büyük engel bu hatalı yaklaşım. Bu yaklaşımı pek çok şarap ukalasında gördüğümüz gibi, bu ukalaların tavırlarının çoğunluğun zihnine yerleştirdiği o üstten bakan algı da çoğu insanı maalesef ki şaraptan soğutuyor. Ardından Vedat Milor, yine Eric Asimov’dan alıntılayarak şaraba nasıl yaklaşılması gerektiğinden bahsediyor. Programın dördüncü dakikası itibarıyla başlayan bu kısımlar izlenmeli çünkü Vedat Milor harikulade bir anlatım yapıyor ve biz de onunla aynı şekilde düşünüyoruz.
Programın bundan sonrası iki şarap aşığının Beaujolais üzerine çok ama çok keyifli sohbeti ile devam ediyor. İkilinin her cümlesinden, her anlatımından şaraba nasıl gönül verdikleri, onu gerçekten önemseyip, sevdikleri anlaşılıyor. Ancak bu kısımlar bizim yazımızın konusu içerisinde yer almadığı için değerlendirmelerimizi burada bitiriyoruz.
Bu yazıda Vedat Milor ve Gökhan Atılgan’ın sohbetinden aldığımız ilhamla şahsiyetli şarap ve şaraba nasıl yaklaşılması gerektiği meseleleri üzerinde durduk. Şarapları teknik terimlerle yorumlamak, iyi ve kötü gibi sıfatlarla onları tanımlamaktansa teruardan gelen şahsiyet kavramı üzerinde durmayı, şarabı böyle düşünmeyi ve yorumlamayı daha çok seviyoruz. Böylelikle içtiğimiz şarabı dilimizle, damağımızla ve zihnimizle özümsediğimizi hissediyoruz.