The Hundred-Foot Journey

Gurme Filmleri serisindeki filmleri sinema sanatı açısından tabii ki değerlendirmiyoruz-değerlendirsek bazıları da çok iyi birer örnek olarak karşımıza çıkacak olsa da-; benim “Gurme Filmleri” konseptini belirlerken göz önüne aldıklarım, yemeyi ve içmeyi seven, bundan haz duyan insanların, kendisini filmle daha kolay özdeşleştirmesi, kişiliğinden bir parça bulması ve film boyunca her şeye bu gözle bakarak ek bir zevk almasıdır.

Filmin en başındaki renk cümbüşü aslında müthiş bir gönderme, biz de sofralarımızda her renge yer vermeliyiz ki gökkuşağının harmonisinden bir yudum tadabilelim. Sonrasında Hassan deniz kestanesini kokluyor ve tadıyor; gerçekten bir lezzet avcısı olmak için yapılması gereken en temel kuralı vurguluyor: Her şeyden evvel burnumuza ve dilimize güvenmeliyiz!

The_Hundred_Foot_Journey_(film)_poster

Şarap kursunda her şarabı koklaya koklaya kazandığım bir özellikle oldu benim de “burnuma güvenmem.”, organik pazara ilk kez gittiğimde ise almadan evvel her şeyi uzun uzun kokladığımı hatırlıyorum; gerçekten bütün yiyecekler ne olduklarını kokuları ile yansıtıyorlardı. Tamamıyla yeni bir deneyimdi. Kısaca demeliyim ki, önüne gelen yiyeceği, içeceği koklamayan, tatmayan insan bu işten hiç anlamıyor demektir; sizin için gerçek bir yemek düşkününü, gösteriş meraklısından ayıran kıstas da bu olmalıdır.

Film Hassan’ın aşçılığı öğrenme serüveni ile devam ediyor. Burada yine, mutfağın “Bütün duyular için bir eğitim olduğu” vurgusu mevcut. Hassan, bu süreci aslında nasıl tat alınacağını öğreniyordum diye tanımlayarak önemli bir konuya vurgu yapıyor; çoğu kişinin göz ardı ettiği bir gerçeğe. Nasıl ki kaslarımız, ağırlık kaldırarak güçlenirse, duyularımız da kuvvetlenebilir, yeter ki onları bol bol ve düzenli olarak antrenmanlara tabi tutalım…

Anladığımız üzere Hassan Hintli bir ailenin aşçı olmak için yetişen oğlu, aile çeşitli badireler atlatıyor ve yolları en son Fransa’nın bir kasabasına düşüyor. Sonrasında, konuk oldukları evde organik ürünlerin lezzeti ile mest oluyorlar. =) (Organik pazar yazımıza bakmak istemez misiniz? Ahaha, pazarlama ve satış çalışmaları vanohvan)

İşte bu kasabada, ailenin babası eski bir restoranı alıp, tekrar diriltmeyi kafasına koyuyor. Önce ailenin kalanı yakında Michelin yıldızlı bir restoran zaten var, o nedenle iş yapamayız diye bu görüşe karşı çıksa da serzenişleri pek bir işe yaramıyor, parayı kontrol eden, kararı da veriyor nihayetinde. (Bu arada Michelin nedir, ne değildir konusunda bir yazımız da var sfdsdfs.)

Aslında restoran açıp açmama konusunda yapılan konuşma tam bir sözel fizibilite, bir taraf üreteceğimiz ürünler buradaki pazarda talep edilmez derken, diğer taraf ise ürünlerimizi pazar hiç tanımıyor, reklamını yapıp sevdirirsek, kocaman bir pazarı elde ederiz diye diretiyor. Restoran açmayı düşünen herkesin kesinlikle üzerine kafa yorması gereken bir husus müşteri profili; kısaca bunu ifade eden iyi bir sekans.

Bu arada kameramız dönüyor ve Michelin yıldızlı restoranımızın nasıl işletildiğini bizlere anlatıyor. Şefler üstündeki baskı, yemekler ve malzemedeki mükemmellik arayışı başarılı bir şekilde bizlere aktarılıyor mutfakta geçen bütün sahneler boyunca.

İyi yemek = iyi malzeme. Denklemin bir kısmı bu kadar net olduğu için şanslıyız aslında, zaten hayatta doğrular çoğu zaman açık ve seçiktir, ancak doğru davranmak, işte mesele burada kopar… Neyse, filmimizdeki aşçılar doğru malzeme için pazarı tavaf ediyorlar bu sırada. Zaten iyi ve başarılı bütün restoranların hikayeleri malzemelerini uzun süreli iş ortaklığı kurdukları doğru tedarikçilerden temin etmeleri sayesinde yazılabilmiştir.

Ve sonrasında gerçekten de savaş başlıyor: Şefin mutfaktaki savaşı. Bu savaşı kazanmak bütün ekibi ahenk içinde yönetmeyi ve ortaya çıkan sorunların üstesinden gelmeyi gerektiriyor. Adapte olabilmeyi, doğaçlama yapmayı zorunlu kılıyor. Savaşın ikinci ayağı ise çok daha acı ve çok daha acımasız, fizibilite çalışmalarında iyice üzerinde durulması gereken restorana gelmesi gereken müşteriler kısmı. Artık burada yaratıcılık devreye giriyor.

Restoranımız gelişirken, Hassan da kendini geliştiriyor, biraz fazla kitaplara bağımlı kalıyor görünse de hiç yoktan iyidir. Bence azim, başarı için yeterlidir. Tabi azim, biraz da aşk ile desteklenmiyor değil, Marguerite çok güzel ve üstüne üstlük şirin bir hanımefendi. Bir de Hassan, “Yemekler anılardır.” diyor ki bu mükemmel bir ifade. Kişisel yaşantımızın her yemeğe, her kokuya, her tada yüklediği o özel anlamlar o kadar değerliler ki bana göre bizleri biz yapan asıl unsurların başında geliyorlar. Bu laf benim de durup düşünmemi sağladı ve aklıma ilk gelen yemek, hafta sonu kahvaltıları zamanı annemin ara ara hazırladığı, üzerini peynir ve yumurtalı harçla kaplayarak fırınlandığı o ekmekler oldu. Sizler de düşünün, aklınıza ilk gelen şeyi beyninizin bir köşesine yazın ve kendinizi daha iyi tanıyın.

04-strategiedelapoussette

Pazar kızışırken, restoranlar müşteri kaybetmemek için çatışmayı sürdürüyorlar. Rekabet acımasız. Burada iyi bir şekilde bıçak kullanmanın ve doğrama yapmanın ne kadar önemli olduğunu bol bol gösteriyor kameralar. Sonrasında barışma ve yeniden doğuş var filmimizde. Aslında ne zaman Fransa bayrağındaki üç renge atıf yapan bir şey duysam, Kieslowski’nin üç rengi aklıma geliyor; garip bir şartlanma oldu bende.

Hassan filmin bu noktasında Michelin yıldızlı restorana terfi ederek, en alttan başlıyor ve aşçılığı tekrar öğreniyor. Doğruyu söylemek gerekirse iyi olmak için çok çalışmak gerekiyor, çok iyi olmak için ise artık kendiniz olmayı bırakıp, mutfağın bir parçası olmanız, o bıçak, o tava siz olmanız lazım geliyor. Hassan geliştikçe, beklenti de artıyor ve Michelin’in yarattığı o baskı, gerilim biz izleyenlere de yansıyor.

İKİ! Yalnız, Michelin müfettişi şöyle gizli böyle gizli dedik, seyirci aradaki bağlantıyı kursun diye adamı masa altında not almaya çalışan keltoşun teki gibi göstermeleri gerçekten ucuz bir hareket. Bunun yanı sıra, Hassan’ın fazla hızlı yükseldiğini ve bunun pek gerçekçi bir mesaj olmadığını söylemek isterim; tabii kahramanlara ve hikayelerine ihtiyaç duyduğumuz için mazur görülebilir bir kusur bu. Hem neyse ki kahramanlar, insan olduklarının da farkındalar…

Filmle ilgili son tavsiyem ise kesinlikle aç izlemeyin, üzülmeniz garanti. Çünkü ben izledim ve çok çok üzüldüm, en son masanın ahşabını kemirsem tat verir mi diye bakınıyordum gözümün dönmüşlüğünden.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir