Alsace ve Almanya Gezisi – Gün 4, 5 ve 6 – Almanya’ya Hoşgeldik
Şimdilik Alsace’a veda etme vakti, bavullar toplandı, otelimizin şirin sahipleri ile iyi dilekler değiş tokuş edildi ve arabaya atlandı. İlk olarak Itterswiller’deki Remy Kieffer’e uğruyoruz; buranın dış görünüşü ve amblemi hoşumuza gidiyor, şarapları hakkında ise hiçbir fikrimiz yok.
3 kişilik bir Vigneron ailesi olduklarını öğreniyoruz. Bahçede gördüğümüz güllerin neden dikildiğini sorarak, organik tarım mı yapıyorsunuz yoksa diyoruz; bizimli ilgilenen aile üyesi gülerek, sadece görüntülerini sevdiğimiz için gülleri diktik diye cevap veriyor. Ancak elden geldiğince ilaç kullanmadıkları belirtiyor, organik tarım, insan gücü demek, 3 kişi ile altından kalkamayız diye ekliyor. Şaraplarını genel olarak beğeniyor, iki şişeyi kavımız için alıyoruz.
Yol üstünde Robert Klingenfus‘e uğruyoruz. Lafı uzatmayayım, turistik ve şaraplarını beğenmediğimiz bir şaraphane olarak akıllarda kalıyor burası. Tatilimiz boyunca göreceğimiz yegane büyükşehir olan Strazburg’a ayak basıp, otelimize yerleşiyoruz.
Le Troquet Des Kneckes isimli kafede kendimizi buluyoruz, içerisinin özgün bir tasarımı var, kendinizi rahat hissediyor, gönlünüzce yayılıyorsunuz. Önce peynir tabağı söylüyoruz, yanına da iki tane değişik bira. Peynir ve bira güzel bir ikilidir, herkese denemesini tavsiye ederim. Peynir tabağı gelince, tane kimyon serpiştirdiklerini görüyoruz; peynir parçalarını bunlarla beraber yiyince çok iyi gittiğini mutlulukla öğreniyoruz. Bu arada mekandaki birkaç masa atari özelliğine sahipti, istediğiniz gibi oyun oynayabiliyorsunuz. Pacman falan gibi eskiden atari salonlarında takılanların bileceği oyunlar hem de bunlar. Yanımdaki biranın görüntüsüne dikkat çekmek isterim, kola gibi, tadı da baya kolayı andırıyordu; içtiğim en değişik biralar arasındaki yerini aldı.
Sonrasında şehri turlamaya başlıyoruz; ünlü Notre Dame Katedrali karşınızda:
Bundan sonraki ziyaret noktamız bir bira cenneti, Le Village De La Biere. İçeride yok yok, her yer bira dolu, ayrıca özel bira bardakları da satıyorlar. Ortam şahane, etrafı uzun uzun inceliyoruz, o ne bu ne diye çevreye bakınıyoruz. Doğruyu söylemek gerekirse buradan hiç çıkmak istemedik, ülkemizde keşke böyle bir dükkan olsa diye hayıflanıp durduk.
Strazburg’ta boş boş gezinerek, anne tabiriyle ağzımızı yüzümüzü sallayarak akşamı ediyor, tekrar otele dönüyoruz. Uykumuzu almış ve zinde bir şekilde kalkıyoruz. Yeni hedef Almanya! Das Şöhn.
Avrupa’da sınır dediğin şey belirsiz, tabelaların lisanının değişmesinden Fransa’dan ayrıldığımızı ve Almanya’ya giriş yaptığımızı anlıyoruz. İlk hedefimiz önceden rezervasyon yaptırdığımız Bürklin-Wolf. Burası yalnızca sek şarap üretiyor, yarı tatlı veya tatlı şarap ürünler arasında yer almıyor. Sanırım Almanya’ya geçtiysek, biraz da Alman şarap düzeninden bahsetmeli.
Almanya’da VDP (Verband Deutscher Prädikatsweingüter) diye bir örgüt var; çoğu düzgün üretici bu birliğe üye oluyor ve VDP’nin yayımladığı kalite standartlarına göre şaraplarını üretiyor/etiketliyor. Tabii üyelik zorunlu değil, bağımsız çalışanlar da var. Biz VDP’nin kuralları üzerinden gidelim.
Gördüğünüz kalite piramidi, ürettiğiniz şarap, piramidin hangi bölümündeki kalite standartları ile eşleşiyorsa, şarabınızı da ona göre isimlendiriyorsunuz. Şarabınızın Sek (Dry) veya Tatlı (Sweet) olmasına göre aldığı isimler değişiyor. Tatlı şaraplar için segmentler arasında isim farklılaştırmasına gidilmemiş; Kabinett‘ten başlıyor ve Eiswein ile bitiyor. Ne kadar çok Botrytis‘e maruz kalmuş üzüm kullanılırsa, şarap o kadar tatlılaşıyor, fiyatı da bu paralelde artıyor. En yüksek seviyesi Trockenbeerenauslese. Eiswein ise donmuş üzümlerden yapılan farklı bir şarap türü, önümüzdeki yazıda bahsedeceğim.
En kaliteli sek şaraplar da Grosses Gewachs olarak adlandırılıyor ve kısaca GG diye anılıyor. Bu piramit ve GG ifadesinin Burgonya Bölgesi‘nin apeslayon standartları ve Grand Cru ifadesiyle (GC) benzeştiği aşikar. Zaten pazarlama için gerekli olan da bu, şaraptan hiç anlamayan bir müşteri gelse bile Almanlar diyor ki “Bakın bunlar GG, piramidin en üstünde yer alan en özel şaraplar, Fransız şaraplarını biliyor iseniz GC olarak düşünebilirsiniz.” Alman şarapları hakkında anlatılabilecek başka hususlar var tabii ama genel mantığını kavradığınızı varsayıyorum.
Bürklin-Wolf’a dönecek olursak, 2009’dan bu yana biyodinamik tarım yaptıklarını öğreniyoruz. Biyodinamik ve organik şarapçılık farklı mefhumlar, bunlar birbirlerine karışmasın. Biyodinamiğin felsefesi apayrı, bu konuda Mehmet Yalçın geçenlerde bir yazı kaleme aldı, oradan giriş seviyesinde bilgi alabilirsiniz.
Bir örnekle ben açıklayayım, biyodinamik şarapçılıkta doğadan geleni yine doğaya vermek var, aşağıdaki fotoğrafta göreceğiniz boynuzun içi çeşitli otlar, kurumuş bitkiler, farklı gübreler ile dolduruluyor ve asmaların ekili olduğu toprağa sonbaharda gömülüyor. İlkbaharda çıkarılan bu boynuzlar içi su dolu büyük varillere konuyor ve güzelce karıştırılıyor. Oluşan karışım bağları, toprağı, bitkileri sulamakta kullanılıyor, yer yer doğrudan asmaların üzerlerine sıkılıyor. Buradaki amaç toprağı/bitkileri kuvvetlendirmek, doğanın hediyelerini tekrardan ona sunmak. Anlayacağınız üzere biyodinamik tarım apayrı bir inancın sonucu. Bahsettiğim uygulamaları etkin olarak kullanan Bürklin-Wolf, kendi bağlarının kuş bakışı fotoğraflarını gösterdi ve onlarınkiler, çevredeki diğer bağlara göre çok daha yeşil ve canlıydı, şaşırdık ve de etkilendik.
13 şarap deniyoruz Bürklin-Wolf’ta, normalde tattırmadıkları 2008 rekolteli bir GG deneme şansı da buluyoruz. Aslında konu buraya şu şekilde geliyor, önce piramidin alt seviyelerindeki, sofra şaraplarını içiyoruz, bayılıyoruz; daha yukarılara çıktıkça şaraplardaki asidite yükseliyor, içim zorlaşıyor. Hele 2013 rekolteli GG’ler o kadar vahşi ki sağlam bir dizgine ihtiyaç duydukları açık. Biz utana sıkıla diyoruz ki, “Tamam, güzel, GG sizin en üst kalite şarabınız ama bunlar içilecek durumda değiller yahu, alıp şu 5 EUR’luk sofra şarabınızı içeriz daha iyi!”. Rehberimiz Regina ise net bir şekilde “Çok haklısınız!” diye bizi destekliyor. GG’lerin en az 6-7 yılda kıvama geldiğini, güzel bir içim seviyesini ise 12-15 yıldan sonra yakaladığını söylüyor ve şanslısınız diye ekliyor, dün özel bir tadım organize etmiştik; sizlere 2008 rekolteli bir GG tattıracağım.
Ve işte yıllanmasına rağmen hala genç olan o müthiş şarabı içiyoruz, şarabın biraz dizginlendiğini, dingin hale geldiğini görüyoruz, çok daha leziz ve gidecek uzun bir yolu olduğu açık. Bürklin-Wolf’un şaraplarını genel olarak baya beğeniyoruz; Regina’nın sıcakkanlılığı ise apayrı bir mevzu.
Önceden yazıştığımız Müller Catoir’e uğruyoruz. Yalnız ortamda öyle bir hava var ki geldiğimizi kimse umursamıyor; bu tipler kim diye bakıyorlar. Zorla birini buluyor, şarap tatmak istediğimizi söylüyoruz, ağzından cımbızla laf alabildiğimiz, suratsız biri çıkageliyor; daha 2 şişe şarap tatmışken, ortama hiç ısınamadığımızı ve zevk almadığımızı fark ediyoruz. Hadi bize eyvallah diyip kaçarcasına uzaklaşıyoruz.
Şarap üreticilerini gezerken baya vakit geçmiş, Rüdesheim am Rhein’a varıyor ve otelimiz Gasthof Krancher’e yerleşiyoruz. Bölgeyi geziyor, yemek yiyor, dinleniyoruz. Burası bağlarla iç içe olan, nehir kenarındaki şirin mi şirin bir kasaba, her yerde kartportal tadında görüntüler yakalamanız olası. Almanya’daki ilk günümüz bu şekilde geçiyor.
Sabah ilk iş buraların ünlü brendisi Asbach’ın fabrikasını ziyarete gidiyoruz. İçeride kendi kendimize sağa sola bakarken, emekli Almanları taşıyan bir tur otobüsü yanaşıyor ve birçok yaşlı etrafımızı sarıyor. Asbach’ta çalışanlardan biri gelip, bu gruba tanıtım filmi göstereceğiz, siz de izleyin ancak film Almanca diyor. Maksat değişiklik değil mi, izleyelim diye düşünüyoruz ve yerimizi alıyoruz.
Abartılı oyunculuklar ve mimikler ile bezeli, sesli olmasına rağmen sessiz sinema dönemini andıran kısa bir film izliyoruz; markanın ortaya çıkışı ve yükselişi anlatılıyor. Asbach’ın tadı konusunda ikilemdeyiz, brendi, viski gibi içkiler bize hala biraz ağır geliyor.
En iyisi bildiğimiz sularda yüzelim diyor ve yine önceden rezervasyon yaptırdığımız biyodinamik şarap üreticisi Peter Jacob Kühn’e gidiyoruz. Angela Kühn ile sohbete başlıyoruz; burası küçük bir aile işletmesi, biyodinamik üretim zor ama doğaya saygı göstermenin yarattığı içsel tatmin yetiyor diyor Angela.
Angela’ya, yolun yanına kurulu pek çok bağ gördüğümüzü, egzozdan çıkan dumanın üzümleri kötü etkileyip etkilemeyeceğini, bunun biyodinamik üretim açısından bir sorun yaratıp yaratmayacağını soruyoruz. O da aslında yol kenarında olan üzümlerin bağışıklık yönünden daha kuvvetli olduğunu, egzoz dumanının ya da çevreden gelen etkilerin fermantasyon sırasında yok olduğunu söylüyor. Buradaki şaraplar gayet hoşumuza gidiyor, bizleri ağırlamaları ve samimi davranmaları da etkileyici idi. Fotoğraf çekinmeyi ihmal etmedik tabii.
Gün yoğun geçiyor, ziyaret edeceğimiz bir sonraki üretici Robert Weil. İnanılmaz bir tesis kurulmuş, her yerinden kalite ve asalet akıyor, çevre düzenlemesi mükemmel. Tadım odasına geçmeden çevreye büyük bir hayranlıkla göz gezdiriyoruz.
Çalışanlar müthiş ilgili ve yardımsever, her şaraptan gönlünüzce tadın diye zorluyorlar adeta, şuna da bakın, bunu da deneyin diye daha siz istemeden bardaklarınızı dolduruyorlar. Şaraplar hakkında tek tek bilgi vermekten geri durmuyorlar.
Buradaki şarapların renkleri çok açıktı, Robert Weil’de ilgimizi çeken ilk unsur bu oldu. Denediğimiz şarapları fazlasıyla beğendik, farklı fiyatlardaki şarapları, o kategori içerisindeki zirveyi temsil ediyordu adeta, eğer yanımızda daha fazla şişe taşıyabilecek olsak tercihimizi Robert Weil’den yana kullanırdık; o güzelim şarapların lezzetlerini halen unutamıyoruz. Almanya’daki favori üreticimiz uzak ara burası oldu. Ayrıca, Robert Weil’in bağ manzaralı mükemmel bir terası var. Elinize şarabınızı alın, dışarıdan sandviçinizi getirin, buraya yayılıp takılın; kimse size karışmaz, sormaz bile napıyorsunuz diye, en fazla gülümseyerek “Şerefe!” diyebilirler. Weil’den 2 şişe satın aldık, hatta aldıklarımızdan birini yardımever çalışanlara rica edip orada açtırdık ve yakınlardaki parkta sandviçlerimizi yerken keyifle içtik, diğeri ise şu an kavımızda dinlenmekte.
Son olarak otelimizin dibinde satış mağazası bulunan üreticilerinden Georg Breuer’e uğradık. Burası da sanatsal bir üretici idi, etiket tasarımları ve dükkanın genel havası bohemdi. Maalesef şarapları damak tadımıza pek uyum sağlamadı.
Gecemiz ise bağların üzerinden geçerek, bizleri tepeye çıkaran teleferik yolculuğu ile şenlendi. Kelimelerle tarif etmenin zor olduğu, inanılmaz bir deneyimdi, siz teleferik ile çıkarken altınızda bağları görüyorsunuz, önünüz nehir, ışıklandırması muazzam. Hava hafiften soğuk ve rüzgar esiyor, birbirinize sarılmışsınız, gün boyu şarap içmenin verdiği mayhoşluk ise ruhunuzda, şımarıklık yapmak istiyorsunuz; yüzünüz gülüyor ve gün böyle sonlanıyor.
Lütfen Bayagi biciminde yaziniz.