İspanya Turu – Ribera del Duero
İspanya’da kırmızı şarap söz konusu olunca Rioja ile beraber akla gelen ilk bölge, Madrid’e iki saat mesafedeki Ribera del Duero. Burada yalnızca İspanya’nın değil, dünyanın en iyi kırmızı şaraplarından birkaçı üretiliyor. Bölge yüksek rakımlı ve kurak, alabildiğine güneşin yakıcılığını hissettiren düzlüklere sahip. Asmalar genellikle herhangi bir desteğe tutunmamış durumda; yere yakın, bodur ve kalın gövdelere sahipler. Duero, her şeyini kırmızı şarap üretimine adamış, ancak az da olsa yerel halkın tüketmesi için pembe şarap yapılıyor.
Buranın kırmızı şarapları kuvvetli, yoğun ve gövdeliler. İçtiğinizde üzümlerin güzelce olgunlaştıklarını, güneşe doyduklarını anlıyorsunuz. Ağzınızın içini dolduruyorlar, sanki şarabı çiğniyorsunuz. Şahane meyvemsiliklerinin yanı sıra fıçı kullanımı da çok yaygın olduğu için şaraptan kavrulmuş kahve, kakao, turba, meyankökü gibi aromaları alıyorsunuz.
Bölgenin yıldızı Tinto Fino (tinta del pais olarak da geçiyor.) üzümü, bir Tempranillo klonu olarak yıllar içerisinde Ribera del Duero’nun zorlu iklim şartlarına ve teruarına uyum sağlamış, mesela Rioja’daki Tempranillo’lara kıyasla taneleri daha küçük ve kabuğu daha kalın. Ribera del Duero ise adını Duero nehrinden alıyor, İspanya’ın en uzun ve büyük nehirlerinden biri ve bölgenin içinden kıvrıla kıvrıla geçiyor, hem iklimi yumuşatıyor hem de nemi artırıyor.
Ribera del Duero, 1980’lere kadar kooperatifler tarafından üretilen, ucuz ve pek kaliteli olmayan basit kırmızıları ile tanınıyordu. Şaraplar genellikle kirli fıçılarda dinlendirilir, kontrollü fermantasyon yapılmaz, filtrelenmezdi. Hatta şişelenip satılmazdı dahi, yöre halkı elinde bidonlarıyla gelir, doğrudan fıçıdan ihtiyacı kadar doldururdu. 1980’lerde ise bölgenin yıldızı olan ve günümüzde dünya çapında bir üne sahip Vega-Sicilia yaptığı başarılı kırmızılar ile Duero’nun makus talihini değiştirmek için ilk adımı attı, sonrasında onu Pesquera takip etti. 1990’ların ortalarından itibaren de Ribera del Duero artık kaliteli ve şahsiyetli şarapları ile tanınıyordu. Çoğu İspanyolun favorisi haline gelmişti bile. Günümüzde bölge tarihinde önemli bir yere sahip Vega Sicilia’nın yanı sıra Pingus, Abadia Retuerta, Alion ve Mauro gibi şaraphanelerin öne çıktığını görüyoruz.
Bölgenin iklim yapısı ve teruarı hakkında birkaç söz daha söylemek gerekirse, yazları kendini gösteren kuraklık vurgulanması gereken en önemli özellik olsa gerek. Güneşe doyan bağlar yağmur suyuna hasret kalıyorlar. Kışlar ise gayet sert ve soğuk geçiyor. Özellikle üzümlerin olgunlaşma döneminde gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı yükseliyor ki bu da kaliteli bir olgunlaşma için olmazsa olmaz. Ribera del Duero’ya yeşilden çok kahverengi tonlarının hakim olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.
Bölge apelasyonuna dahil olduğunuzda şaraplarınızı aşağıdaki şekilde adlandırabiliyorusunuz:
* Joven – Meşe fıçılarda 3 ila 6 ay arasında dinlendirilen, sofralık şaraplar, çok azı ihraç edilir.
* Crianza – En az 2 yıl dinlendirilmek zorunda, bunun minimum 1 yılı meşe fıçıda olmalı.
* Reserva – En az 3 yıl dinlendirilmek zorunda, bunun minimum 1 yılı meşe fıçıda olmalı.
* Gran Reserva – En az 5 yıl dinlendirilmek zorunda, bunun minimum 2 yılı meşe fıçıda olmalı.
Tamam arkadaşlar, herkes yukarıdaki kısmı iyice okusun ve özümsesin, yazının sonunda sınav yapacağız. 😀 Şimdi daha eğlenceli kısımlara, Ribera del Duero gezimize gelelim. Bu arada şaraphaneleri nasıl seçtik, ne ettik gibi kısımlara Alsace ve Almanya gezimizi anlattığımız yazıda değinmiştik, sistem pek değişmedi. Yalnızca bu gezi için önerilerine başvurduğumuz yeni dostlar edindik, onları anmadan geçmeyelim. Sevgili Ayça Budak, Besim Hatipoğlu ve Wines Of Nesli’ye çok ama çok teşekkür ederiz.
İlk şaraphanenin yerini haritada işaretledik ve Madrid’ten çıktık yola. Yaklaşık 2-3 saatlik bir yolculuğun ardından Mauro’ya varıyoruz. Önceden yazıştığımız Paula tarafından sıcak bir şekilde karşılanıyoruz; kendisi pek güleryüzlü bir hanımefendi.
Valladolid’in birkaç kilometre doğusunda kalan Mauro’nun bağlarında Tempranillo ve Syrah ekili. Çeşitli coğrafi ve politik nedenlerden dolayı Ribera Del Deuro apelasyonunun içinde yer almamayı tercih etmişler; bu nedenle şaraplarında Crianza, Reserva ve Gran Reserva gibi isimlendirmeleri kullanmıyorlar.
Mauro, ilk kez 1978 yılında Tudela de Duero Kasabası’nın kenarında 17. yüzyıldan kalmış tarihi bir binada üretime başlıyor. Kurucuları ise ortaçağdan kalma yapıları restore etme konusunda uzman olan mimar Luciano Suarez, Felix Choque ve kuzeni, Vega Sicilia’nın eski şarap yapımcısı olan Mariano Garcia. 1968 ile 1998 arasında tam 30 yıl boyunca Vega Sicilia’da görev yapan ve efsanevi şaraplara hayat veren Mariano, Mauro’nun arkasındaki en önemli güç. Yıllar içerisinde Mauro’nun ünü artıyor ve 2004 yılında tamamen yerçekiminden faydalanarak şarap üretilmesi için kurulan yeni bir şaraphane inşa ediliyor. Bu arada Mariano’nun oğlu Eduardo García Montana ve yeğeni Isaac Fernandez Montana da şarap yapmayı seçmiş ve Mauro’nun şaraplarında imzaları var.
Mümkün olduğunca az ilaçlama yapılan ve doğanın dengesine karışılmamasının hedeflendiği bağlardan gelen üzümler 15 kiloluk küçük kasalarda toplanıyor ve şaraphaneye gelir gelmez önce soğuk hava deposuna alınıyor, sonra işleniyor. Alkolik fermantasyon için yalnızca doğal mayalar kullanılıyor, ardından 2-3 haftalık bir maserasyon süreci ve sonrasında da malolaktik fermantasyon (mutlaka Fransız meşe fıçılarda) geliyor.
Bölgedeki şaraphaneler için en önemli yatırım kalemi meşe fıçılar; Mauro, her yıl fıçılarının yaklaşık %20’sini yeniliyor. Meşe fıçıların dağılımına bakıldığında ise %75’inin Fransız, %25’inin Amerikan olduğu görülüyor.
Bu bilgilerin hepsini Paula ile sohbetimiz sırasında öğreniyoruz, kendisi gayet enerjik. Şaraphane ve mahzen ziyareti bitince sıra geliyor tadıma. İlkin şaraphanenin imza ürünü olan Mauro 2015’i deniyoruz. %95 Tempranillo ve %5 Syrah harmanı. Çoğu üretici %100 Tempranillo tercih ederken, Mauro bu üzümü Syrah ile harmanlayarak farklılığını ortaya koyuyor. İyi geçen bir yılın ürünü. 15 ay boyunca Fransız ve Amerikan meşe fıçılarda dinlenmiş, 2017 yılının Nisan ayında şişelenmiş. Kullanılan meşe fıçıların yalnızca %20’si yeni, %80’i ise eskiymiş, bir üst seri olan Mauro VS’de ise bu durum tersine dönüyormuş, %80 yeni ve %20 eski şeklinde.
Paula, son dönemlere bakıldığında özellikle 2013 rekoltesinin büyük sükse yaptığından bahsediyor. 2013, bölge için “kötü” kabul edilen bir yıl olmasına rağmen Mauro’nun o rekoltedeki ürünleri beğenilen ve aranılan şaraplar olmuş, “Bu adamlar kötü yılda bile iyi bir şarap yapıyorlarsa bir bildikleri vardır.” demiş piyasa ve teveccüh göstermiş. Paulo, Mauro serisinin üretim felsefesini şöyle açıklıyor: “Her anın şarabı olsun diye yapıldı…”
İspanyol şaraplarının genellikle içime hazır şekilde piyasaya sürüldüğünü öğreniyoruz. Paula, şaraphanedeki bütün uğraşın bunu başarmak olduğunu söylüyor. Sonrasında Mariano ile oğlunun Toro apelasyonunda (ilk haritaya bakarsanız Duero’nun solunda bulunan bir bölge) yer alan diğer bir şaraphane olan San Roman‘da yürüttüğü proje kapsamında üretilen iki şarap daha denettireceğinden bahsediyor.
Toro, İspanya için bile pek fazla bilinen bir bölge değil, yaklaşık 1 saat mesafede olan Valladolid’in batısında kalıyor. Bölgenin öne çıkan üzümü yine Tempranillo. Toro’nun farklılığı daha yüksek sıcaklıklar ve beraberinde artan alkol oranı. Ekibin bu sorun üzerine eğildiğinden söz ediyor Paula. Toro’dan gelen ilk şarabımız Prima, içime hazır, rahat ve meyvemsi bir kırmızı ama sakın ola hafif bir şarap diye düşünmeyin. San Ramon ise gücü ve asaleti hissettiren bir şarap olmuş, dizginlenmiş o vahşilik damağınızı yalayıp geçiyor, daha topraksı, daha çok kırmızı meyveyi hissettiren, gavurun “Meaty” yani etsi dediği tarzda. Bayılıyoruz ve bir şişe alıyoruz. Tabii bir şişe alıyoruz ama normalde fabrikada satış diye bir seçenek yok, Paula bir şekilde fatura kesip hallediyor, hatırı sayılır indirim de yapıyor. Kendisine teşekkür edip, vedalaşıyoruz. Mauro habersiz gelen ziyaretçileri kabul etmiyor ancak önceden yazışmak kaydıyla randevu alabiliyorsunuz; tabii o da her zaman mümkün olmuyor.
Ziyaretimizin ertesinde Booking.com’daki iyi değerlendirmeleri ve makul fiyatı nedeniyle seçtiğimiz La Cantamora Hotel Rural Pesquera de Duero’ya yerleşiyoruz. Gayet şirin ve mini mini bir pansiyon burası, her şeyi tertemiz, hoşumuza gidiyor. Ziyaret edeceğimiz ikinci üretici kaldığımız yere yürüme mesafesinde: Alejandro Fernandez Tinto Pesquera.
Tinto Pesquera, yazının başında da vurguladığımız üzere bölgenin efsanevi şaraphanelerinden ve Ribera del Duero’nun kalkınma hamlesine önemli katkı veren üreticilerden. 1972’de kurulan Tinto Pesquera’nın her şeyi Alejandro Fernandez. Alejandro, küçüklüğünden beri farklı farklı işlerde çalışmış ama asıl işi hiçbir zaman şarapçılık olmamış, buna karşın her yıl bağbozumuna katılır ve ailesinin ihtiyacı kadar şarap yapılırken bir işin ucundan tutarmış. Gel zaman git zaman, bu başarılı çocuk, bölgede çokça yetiştirilen tarımsal ürünlerinden olan şeker kamışını toplama ve işleme işini kolaylaştıran bir makine icat etmiş, oradan kazandığı parayı hayali olan şarap üretimine yatırmış. Kendine has şarapları ile adından söz ettirmeye başlayan Alejandro, 1986 ylında Robert Parker’ın şaraplarını övmesiyle ününe ün katmış. Tinto Pesquera, şaraplarında yalnızca Tempranillo kullanıyor, kupaj tercih etmiyor.
Hikaye böyle, şaraphanenin tarihçesini öğrendikten sonra şarabı sevdiği için buralara çalışmaya gelen Hollandalı Lisa önderliğinde turumuz başlıyor. Öncelikle eski bir binaya giriyoruz, burada yaklaşık 500 yaşında bir pres var. 1983 yılına kadar aktif olarak kullanılmış ama sonrasında yetkililer gelip de “Yahu burası çok eski, artık burada şarap yapmanıza izin veremeyiz, yenileyin.” demişler. Lisa, eskiden şarap yapımında doğal maya kullanılır, hiç dokunulmazmış diyor ancak şimdi dışarıdan müdahale ederek fermantasyonu başlatıyorlarmış. Presten çıkan atıklar ise kompost olarak bağlarda değerlendiriliyormuş.
Mahzende gezerken ortama hayran kalıyoruz, etraf göz alabildiğince meşe fıçı ile dolu. Şarabı filtrelemediklerini, farklı bir yöntem izlediklerine anlatıyor Lisa; her 3 ayda bir meşe fıçılardaki şaraplar çelik tanklara alınıyor ve burada küçük parçacıkların çökmesi sağlanıyormuş. Tabii bu arada meşe fıçıların içi temizleniyor, ardından çelik tanklardaki şaraplar tekrar fıçılara alınıyormuş. Ve şarap berraklaşana kadar bu işlemlere devam ediliyormuş. Fıçılar genellikle 5 yıl boyunca kullanılıyormuş, 8. yılda ise tabiri caizse ölüyorlarmış. Bu konuşmalar üzerine Ribera del Duero’dan öğrenilecek en önemli şeyin şarabın meşe fıçı ile entegrasyonu olduğunu fark ediyoruz.
Gezimiz tadım ile sora eriyor, kadehlerimizde Tinto Pesquera Reserva 2012 var. %100 Tempranillo, 24 ay boyunca meşe fıçılarda dinlenmiş, öyle güzel bir asiditesi var ki bir kırmızı için fazlasıyla ferahlatıcı.
Acıkmış bir şekilde çevreyi dolaşsak bile kaldığımız köyde açık bir mekan bulamıyoruz, sağa sola soruyoruz ama makul bir öneri gelmiyor, arabaya atlıyor ve turlayarak etrafa bakınıyoruz; yemek yenecek hiçbir yer yok, yok, yok. =) Şansımızı daha fazla zorlamamaya karar veriyor ve bir süpermarkete girip akşam için atıştırmalık alıyoruz. Peynir, jamon, ekmek, cips falan filan.
Pansiyona gittiğimizde etraf boş, ne kalanlar ne de sahipleri orada değil. Tek başımıza takılıyoruz. Dışarı atılmış ve yola bakan bir masa var, onun üzerine yemeklerimizi diziyoruz. Hemen yan binamızda pansiyonun sahiplerinin bir de şaraphanesi var ve tabii ürettikleri şarapları da satıyorlar. İçeri girip neler olduğuna bakıyoruz, şimdi tam hatırlamıyoruz ama fiyatı 2,5 EUR civarında Joven kategorisinden bir sofra şarabı görüyoruz. Tam bizim işimizi görecek bir kırmızı, şişeyi kapıyor, aldığımız yere cebimizdeki bozuklardan oluşan 2,5 EUR’u bırakıyoruz. Müthiş bir alışveriş! Şarap çok hoşumuza gidiyor, su gibi içiyoruz, sonrasında tekrar içeri girip Crianza kategorisinden bir şarap daha açıyoruz. 2 kişi 2 şişe şarabı bitirip, mutlu mesut uyumaya gidiyoruz.
Sabah erken kalkıyoruz, ilk randevumuz 9’da, adını Finli mimar Alvar Aalto’dan alan Aalto ile. Mauro kısmında uzun uzun anlattığımız Mariano Garcia burada da karşımıza çıkıyor, bölgenin şarap konusundaki önde gelenlerinden Javier Zaccagnini ile 1999’da kurmuşlar Aalto’yu. Amaçları yalnızca en iyi ve eski bağlardaki (Eski deyince gerçekten eski, yaşları 45 ila 100 arasında değişiyor.) Tempranillo’lar ile her şeyiyle bölgeyi yansıtan üst düzey şaraplar yapmakmış. Rehberimiz Arantxa Herranz, üzümlerin izlediği yolu takip ederek şaraphane turunu yapacağız dedi ve gülerek tabii ki sizleri sıkmayacağız diye ekledi. =)
Aalto kimi kendi, kimi de kiralamış olduğu bağlardan gelen üzümleri ayrı ayrı işliyor. Bu bağlar, 2 tanesi Valladolid’de (Pinel and Quintanilla) ve 7 tanesi Burgos’ta (La Horra, Roa, Aguilera, Fresnillo, Moradillo, Fuentecen, Banos) olmak üzere 9 farklı alana dağılmış durumda. Aslında ortada aynı üzümün 9 farklı bağdan/teruardan gelen şarabı var ve her biri farklı karakterde şaraplar ortaya koyuyor. Javier Zaccagnini, La Aguilera’nın aromaya önemli katkı yaptığını söylerken, Fresnillo’nun şaraba asalet kattığını, La Horra’nın ise yoğunluk ve iyi bir yapı kazandırdığını belirtiyor.
İşlenme sürecine dönersek, 9 farklı bağdan gelen üzümler ilkin soğuk hava deposuna alınıyor, burada da 9 ayrı bölme var ki gelen üzümler birbirlerine karışmasın. Sonrasında üzümler tek tek inceleniyor ve kuvvetsiz olanları ayıklanıyor. Ayıklama işlemini yalnızca kadınlar yapıyor ve onlara verilen talimat açık: “Yemek istemeyeceğiniz her bir üzüm tanesini ayıklayın.” Aslında 9 ayrı şarap yapılıyor dedik ama bu ifade Aalto’daki detay seviyesini anlatmak için yetersiz. Mesela La Horra kendi içinde farklılaşan 6 parsele sahip, bu parsellerden gelen her bir lot üzüm ayrı ayrı işleniyor ve şaraba dönüştürülüyor. Bütün bu sürecin ardından ortaya 29-30 farklı şarap çıkıyor, tabii hepsindeki üzüm Tempranillo ama her birinin lezzeti ve karakteri farklı. Son aşamada ise farklı şaraplar derinlikli ve çok boyutlu nihai şarabı meydana getirmek için harmanlanıyor. Aalto yalnızca iki şarap üretiyor ve toplam üretim 200 bin şişe civarında dersek, 190 bini Aalto ve 10 bini ise Aalto PS (Pagos Seleccionados).
Mariano Garcia’nın Aalto’daki üretim felsefesi “duruma göre değişir.” cümlesiyle özetlenebilir. Kesin kararlar yok, üst düzey şarabımız mutlaka 24 ay meşe fıçıda dinlendirilecektir, şu olacaktır, bu yapılacaktır gibi ön kabuller yok. Her bir rekolte kendi özelinde ve o yılın hikayesine göre değerlendiriliyor, ihtiyaç ne ise o yapılıyor; tabii ki ihtiyaçlar da her yıl değişebiliyor.
Şu konik şeklindeki çelik tanklar, büyük ve küçük fermantasyon fıçıları gibi şeyler buraya özel, tasarımlarını dahi biz yaptık diyorlar. Fermantasyon tamamen doğal maya ile yapılıyor, 10-11 gün kadar sürebiliyor. Ayrıca 8 saatte bir üstten alta doğru 30’ar dakikalık karıştırma (pump over) işlemi yapılıyor. Üretimin her aşaması sıkı denetleniyor, durmaksızın örnekler alınıp laboratuvarda analiz ediliyor.
Aalto filtreleme yapmıyor ama doğal filtre işlevi görmesi için fermantasyon ve maserasyon sırasında suyla kabuğu ayırmak için bağlardan gelen dalları çelik tankların içine yerleştiriyorlarmış. İlk kez burada duyduğumuz ilginç bir teknik. “Duruma göre değişir.” dedikleri için şarabın ihtiyacını değerlendiriyor; hangi tür meşeyi (Amerikan veya Fransız) ve kullanacakları meşenin yeni mi eski mi olacağına karar veriyorlar.
Tabii önceden de vurguladığımız gibi meşe fıçı yönetimi çok önemli, fıçının yanıklık seviyesi ne olacak, hangi şarap hangi tür fıçıda kaç ay kalacak gibi konularda doğru kararlar vermek şarabın kalitesine doğrudan etki ediyor. 6 ayda bir meşe fıçılardaki şaraplar çelik tanklara alınıyor ve fıçılar temizlendikten sonra geri konuluyor. Aalto’da ilginç bir şekilde şişeleme hattı yok. Şişelemeyi özel aracında yapan Fransız bir firma ile anlaşmışlar; araçlarını şaraphanenin önüne park edip, şarapları öyle şişeliyorlarmış. Şaşırtıcı.
Son yılların en popüler şaraphanelerinden olan Aalto, Wine Spectator’ın 18 bin şarap tadarak oluşturduğu 2015 yılına ait “Wine Spectator Top 100” listesinde Aalto 2012 ile 94 puan alarak 6. sırada yer almış. Ropert Parker ve benzeri şarap eleştirmenlerinden aldığı puanlar da gayet yüksek.
Böylesine değerlendirmelere sahip ve üretim hattındaki her şey büyük bir titizlikle yapılan Aalto’ların tadı konusunda merakımız gittikçe artıyor ve nihayet meşe fıçıların dinlendiği mahzende Aalto ve Aalto PS’in 2014 rekoltelerini yudumluyoruz. Bazen içtiğiniz şarap hakkında konuşmak istemez, yalnızca o ana, o şaraba ve o şaraptan zevk almaya odaklanmak istersiniz ya, sevgiliyle aranıza hiçbir şey girmemelidir. İşte Aalto’lar biz de bu hisleri uyandırıyor, o kadar ama o kadar güzeller ki… Denememizin ardından aylar geçmiş olmasına rağmen tatları hala damaklarımızda.
Aalto’daki gezi şu ana kadar katıldıklarımız arasında en iyi düzenlenmiş olanıydı, her detayı planlanmış, çok bilgilendirici ve eğitici bir turdu. Turun ardından fotoğrafımızı çektiler ve bizlerden Aalto’nun neler hissettirdiğini yazıya dökmemizi istediler. Birkaç hafta sonra bir e-posta geldi. Fotoğrafımızı, Aalto’nun sitesindeki “Hall Of Fame” (AAG Çevirisi: Onur Listesi) bölümüne eklemişler. =)
Diğer randevumuza geç kalmamak için koşturmamız lazım, bu nedenle öğle yemeği kısmını pas geçiyor ve kendimizi Pago de los Capellanes’e atıyoruz. Pago de los Capellanes, papazlara yapılan ödeme anlamına geliyor, bu da şaraphanenin tarihine bir vurgu. 16. yüzyılda bölgedeki din adamlarına emeklerinin karşılığı olarak Pago de los Capellanes’in şaraplarına hayat veren bağlar hediye edilmiş. Dinin etkisi Avrupa’da azalınca, 1855 yılında, bu bağlar papazlardan geri alınarak yeniden kasabanın malı haline getirilmiş. Ama sonuçta, yöre halkı bölgeyi Pago de los Capellanes olarak anmaya devam etmiş.
Pago de los Capellanes, bağlarını 35 parsele bölmüş ve her bir parselden gelen üzümleri ayrı işliyor. Bağlarında yalnızca Tempranillo var. Hasat zamanı yaklaştıkça, bir sabah bir de akşam olmak üzere günde iki kere üzümlerden örnek alınıyor. Alınan örnekler analiz edilerek üzümün istenilen olgunluğa ulaşıp ulaşmadığı kontrol ediliyor. Fıçı yönetimi en çok önem verilen konulardan biri, ellerinde 22 farklı çeşit Fransız fıçısı var. Hepsi doğal ortamda 24 ay ila 60 ay boyunca değişen sürelerde kurutulan meşelerden yapılmış, yanıklık seviyeleri de ahşabın geldiği bölgeye ve yapısına göre değişiklik gösteriyor.
Şaraphanedeki turumuz maalesef İspanyolca, İngilizce turun zamanı bizim programımıza uymadığı için buna yazıldık ama rehberimiz Enrique San Juan Arnanz dedi ki merak etmeyin, ben arada sizlere döner, anlattıklarımı İngilizce olarak kısaca özetlerim. Şu ana kadar uzun uzun şarap yapım süreçlerini anlattığımız için burada tekrar etmeyeceğimiz, zaten kaliteli üretim yapılması için ne kadar titiz çalışılması gerektiğini fazlaca vurguladık.
Gezimizin bitiminde, “Pago de los Capellanes’te Bir Yıl” isimli kısa filmin gösterimi oluyor. Sizler için filmin bağlantısını aşağıya ekliyoruz, izleyiniz.
İlk olarak Galiçya’nın Valdeorras bölgesinden gelen üzümlerin Pago de los Capellanes’te işlenmesi sonucu yapılan 2015 rekolteli Oluar adındaki beyaz şarabı deniyoruz. Parfüm niyetine koklanası, fıçı şaraba o kadar güzel dokunmuş ki adeta yanağına bir buse kondurup geçmiş. Güzel bir beyaz. Ardından 2014 rekolteli Crianza‘yı tadıyoruz; meyvemsiliği o kadar baskın ve vurucu ki insanı hemen içine alıyor, içtikçe içesiniz geliyor, pek bi’ keyifli. Son olarak 2013 rekolteli Gran Reserva geliyor sahneye, adına ve ağırlığına yakışan bir kırmızı.
Gitmeden önce ülkemizin üzümlerini tanısın diye Enrique’ye yanımızda getirdiğimiz Kalecik Karasını hediye ettik. Öyle mutlu oldu ki… En kısa zamanda dostlarımla bu kırmızıyı içip, sizlerle görüşlerimizi paylaşacağız dedi. Bu gezimiz için, ziyaret ettiğimiz üreticilere hediye etmek amacıyla yanımıza yerel üzümlerimizden yapılma pek çok şarap aldık ve dağıttık. Artık heyecanla geri dönüşlerini bekliyoruz.
Öğle yemeğini atladığımız için çok açız, neyse ki Enrique yakınlarda güzel bir restoran öneriyor, adı Raiz. Şaraphaneye 5 dakika mesafedeki mekanda gayet iyi yemek yiyor; birer kadeh şarap ve bira içerek günün yorgunluğunu atıyoruz.
Yemekten fazlasıyla keyif aldığımızı söyleyebiliriz, tam da ihtiyacımız olan zamanda ihtiyacımız olan şeyleri yiyoruz. Biri domates soslu levrek, diğeri ise İspanya’nın yöresel bir yemeği olan, jamon, patates kızartması ve yumurtadan oluşan Huevos Rotos. Mmm.
Yemek üstüne tatlı olarak gelen Mojitolu Sorbeye de hayır diyecek halimiz yok.
Peki ya gün bitti mi? Hayır. Son durağımız Vina Pedrosa. Burası, Perez Pascuas kardeşler, Benjamin, Manuel ve Adolfo tarafından 1980 yılında kurulmuş, bölgenin apelasyon kontrolüne alınma tarihi ise 1982. Şaraphane’nin bahçesinde kendi kendimize gezip sağı solu fotoğrafladıktan sonra içeri giriyor ve bizi gezdirecek kişi olan Jorge ile tanışıyoruz.
Şanslıyız ki Jorge şarap yapımında çalışıyor ve olayın mutfağında neler olduğunu detaylıca anlatıyor. Şu ana kadar şarap yapımı ve bağcılık hakkında fazlasıyla bilgi verdiğimiz için aynı şeyleri tekrarlamıyoruz, buradaki süreçler de gezdiğimiz diğer şaraphanelere benzer şekilde işliyor.
Şu ana kadar fıçı, fıçı, fıçı dedik ama belki de fotoğrafla anlatmak en iyisi. Gördüğünüz mahzende 4.000 civarında meşe fıçı var, yarısı Amerikan, yarısı da Fransız. Her yıl yaklaşık 1.300 fıçı emekliye ayrılıyor ve yerine yenileri alınıyormuş.
Burada papalığın armasını şarabın üzerinde görebilirsiniz. Vina Pedrosa, Papa II. John Paul’ün favorilerinden, 1991’deki yılbaşı yemeği için onların şaraplarını tercih etmiş ve halen Vatikan’ın kavında şarapları bulundurulmakta.
Sevgili okuyucular, elimizde tuttuğumuz meşelerden biri Fransız, diğeri Amerikan. İkisi arasındaki farkları hep sözle anlattılar ama asıl bu şekilde kanlı canlı elimize alınca net olarak hissettik. Fransız olan ağır, sıkışık ve gözenekleri daha az. Amerikan ise hafif, gevşek ve gözenekleri daha fazla. Aradaki farklar nedeniyle Fransız meşe fıçısındaki şarap oksijenle daha az ve yavaş temas ediyor, Amerikan’daki oksijen teması ise daha fazla. Tur sırasında meşe fıçılar arasındaki farkı bu şekilde anlatmak çok iyi bir fikir, şaraphanelerimize örnek olması dileğiyle.
Jorge bizi tadım odasına alır almaz, yana yana dizili şarapları görüyoruz, “Çok şanlısınız.” diyor ve “Bugün Fransa’da yayın yapan şarap dergilerinden birinin yazarları buradaydı, onlar için elimizdeki bütün şarapları tadıma açtık.” diye ekliyor.
* 2014 Crianza, Gavilan
* 2014 Crianza, Vina Pedrosa (Bunların ikisi de Crianza ancak karakterleri farklı, Gavilan’da fıçı daha geri planda tutulmuş ve yeni dünya tarzına yakın olması hedeflenmiş.)
* 2012 Reserva, La Navilla
* 2012 Reserva, Vina Pedrosa
* 2010 Gran Reserva, Vina Pedrosa
* ve sıkı durun, liste fiyatı 202 EUR olan 2010 Perez Pascuas
tadıyoruz. Tadımın ardından tatmin olmuş bir şekilde Jorge ile sohbete başlıyoruz. Kendisi şaşırtıcı şeyler söylüyor, “İstanbul’a hiç gitmedim ancak hayallerimdeki şehrin orası olduğunu, gidince çok beğeneceğimi ve farklı şeyler hissedeceğimi düşünüyorum.” diyor. Jorge burayı okuyorsan kapımız açık. (Jorge if you read this, come to İstanbul.) Ona da madem bizim ülkeyi bu kadar merak ediyorsun, o zaman sana Öküzgözünden bir kırmızı hediye edelim diyor, üzümün özelliklerini ve ona hayat veren teruarı anlatıyoruz. Çok sevinen ve mahcup olan Jorge, iki tane kadeh ve bir tane Crianza hediye etme inceliğini gösteriyor.
Bu sefer akşam yemeği için iyi hazırlandık, dünden antrenmanlıyız, kaldığımız kasaba ve çevresinde doğru düzgün bir yer olmadığını biliyor, o nedenle yol yapmayı göze alıp yakındaki ilçe merkezine gidiyoruz. Hedef belli, Ribera del Duero’nun en ünlü yiyeceklerinden biri, Lechazo, yani bölgeye özel ve coğrafi işarete sahip süt kuzusu.
Sonuçta, Aranda de Duero’daki El Lagar de Isilla’da amacımıza ulaşıyor ve kırmızı şarabımızın yanında ete doyuyoruz. Mamma Mia!
Bu restoranın alt katında mini bir şarap müzesi var, uğrarsanız rica edip de gezmeyi es geçmeyin.
5. günün sabahı bavullar toplanmış ve bagaja istiflenmiş şekilde yeni maceralara hazırız. Önümüzde uzun bir yol, yolun sonunda ise Bask Bölgesi’nin gastronomik cenneti Donostia (San Sebastian) var.
Harika niyet, geziniz, bilgileriniz için çok teşekkürler
Rica ederiz, ne demek.